İçeriğe geç

Tüccar İslâm’ın sonu!

Hz. Muhammed; tarımın ve hayvancılığın yapılamadığı, dönemin sanayi üretiminin de olmadığı Mekke’de doğdu ve büyüdü. Mekke ekonomisi ise uluslar arası ticarete dayanıyordu.

Arap Yarımadası’nda merkezi bir yönetim yoktu. Ama Kâbe’nin, haccın ve haram ayların sağladığı nüfus hareketliliği, Mekke’yi fiilen Arap Yarımadası’nın merkez kenti yapmıştı.

Hz.Muhammed “Allah’ın Elçisi” olduğunu ilan ettiğinde ticarete konu olan malları, talepleri, hangi malın nerden temin edileceği, muhasebesini, kâr ve zararı, irade ve rızaya dayalı ortaklık türlerini, kervan hazırlamayı, her türlü ihtiyacını planlayarak idare etmeyi… en iyi bilenlerdendi. 

İslâmiyet’in altın çağının kurucu liderleri ve inananlarının çoğu Hz.Muhammed gibi tüccardı. Buna sonradan Medineli tüccarlar ve tarım yapanlar da eklendi.

İslâmiyet Hz.Muhammed’in ölümünden sonra çok kısa sürede Arap Yarımadası’nın sınırlarını aştı. Müslümanlar Mekke ve Medine’den daha büyük şehirleri yönetmeye başladılar. Ticaret, tarım ve hayvancılığın dışında dönemin sanayi üretimini yakından tanıdılar. Hizmet verdiler, vergi topladılar.

Yeni fetihler daha karmaşık muhasebe kayıtlarının tutulmasını, vergilerin toplanmasını, paylaşılmasını ve harcanmasını gerektiriyordu. Başlangıçta buna da büyük bir özenle yaptılar.

***

Basit evlerde yaşayan ilk Müslümanlar, kısa süre sonra Irak, İran ve Suriye’deki lüks konutlara taşındılar. Tek katlı olan Mekke ve Medine’deki konutlar, daha büyük ve iki katlı olarak inşa edildi. Ticaret ile kazanılamayan servetler, ganimetlerle elde edildi.

Ekonomi ticaretten uzaklaşırken hızla ganimete kaydı.

***

M.S. 660’a gelindiğinde Asya ve Afrika’nın 1/3’nün en değerli toprakları Müslümanların yönetimine girmişti. Bu kadar geniş toprakları yönetmek ve ortaya çıkan sorunlara ilmî cevaplar vermek kolay değildi! Yeni sorunlar, yeni dinler, kültürler, düşünceler yanında isyanlar ilk Müslümanların ideal çözümler bulmasını zorlaştırıyordu.

Ulaşım ve iletişimin zorluğu da dikkate alındığında, dönemin en üretken Müslümanları, sayıları ve etkinlikleri azalmaya başlayan “tüccarlar”dı. Tarafların çıkarlarını rasyonel ve adil bir şekilde düşünecek, Kuran’ı yorumlayacak, Peygamberin sünnet mirasını akıllıca değerlendirip çözümler bulacak kişiler tüccar âlimlerdi. İslâmî ilimlerin temellerini atanlar da onlardı.

Tarihi hızla özetlediğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır:

Abbasiler döneminde tüccar âlimlerin etkileri zayıflamaktaydı. İşi ganimet olanların sayısında ise ciddi artışlar vardı. Herhangi bir mesleği olmayan ganimetçiler, önemli siyasal sorunlara neden olmaktaydılar.

Sultanlar; üreten ve pazarlayan ekonomi yerine ölçüsüz vergiler ihdas etmekteydi.  Müslümanların ekonomisi; ticaretten ganimete, tarım ve hayvancılığa kaymıştı. Kimseye bağımlı olmayan tüccar âlimlerin yerini de Sultanların himayesi altında toplanan âlimler almıştı. Müçtehitlere engeller çıkarılmış, onların yerini sahibinin sesi ulema almıştı!

Tüccarların rasyonel, pragmatik ve problem çözücü tutumları gitmiş, yerini statik düşünen, ulûfe bağımlısı, adaletten korkan, duygusal, hikayeci ve efsaneci tarım toplumu insanları ve askerleri almıştı. Yeni dönemin âlimleri de şerhci ve haşiyeci (açıklayıcı ve yoruma yorum yapanlar) olmuştu! 

***

1400’lere İbn-i Haldun’a gelindiğinde, tüccarlara kötü gözle bakan, köylüyü aşağılayan bir yönetim anlayışının bütün kurumlara hâkim olduğunu görmekteyiz. Eskiden insanları ticaretin riski zengin ederken, Muaviye’den beri bunun yerini “isyan riski” almıştı. Zengin olmanın en kestirme yolu, zayıflayan bir sultanlığa saldırıp o ülkenin bütün kaynaklarına el koymaktı.

***

Tarihin sayfalarını hızla çevirip sömürgecilik çağına geldiğimizde;

Elle tutulur bir ticaret yapılmadığı gibi tarım ve hayvancılık vergileri de ödenecek gibi değildi. “Cahiliye” denilen o dönemin yetenekli insanları, yerlerini ticaretten, zenaatten, tarım ve hayvancılıktan anlamayan sindirilmiş ve yenilgilerle sonuçlanan savaşların askerleri almıştı. Binlerce develi kervanları ise Ermeniler, Rumlar, Yahudiler düzenlemekteydi.

Müslümanlar ise on bin yıldan beri yapılmakta olan ilkel tarım ve hayvancılıkla geçinmeye, savaşlarda da şehit olmaya çalışıyorlardı!

Bu dönemin Müslümanlığının; Kuran ve Sünnet Müslümanlığı olmadığı açıktı! Tüccar fakihlerin içtihatlarında anlattıkları Müslümanlıkla da alakaları kalmamıştı!

Gerçek olan bir şey vardı, o da Sultanların Allah’ın yeryüzündeki halifesi/gölgesi olduklarıydı!

Bu kesindi!

Kuran’ı ezberleyenlerin sayısı çoktu fakat onu anlayan yoktu!

Allah’ın gölgesi olmaya aday Sultan, göreve seçimle gelmeliydi fakat halk cahildi, bunu telaffuz edecek cesaret ise âlimlerde yoktu!

Kuran; başkan olacak kişilerin ilim ve güç sahibi olmasını istiyordu. “Benim âlim(yalaka) danışmanlarım var, fetvasız iş yapmam!” diyenler gövde üstünde baş bırakmayacak kadar zalimlerdi. Tek hedefleri vardı, iktidarı yıkacak bir sürüyü toplamaktı! Aç ve barbar sürülerin zaferden anladıkları ise var olan ekonomik ve sosyal düzeni vahşice yağmalamaktan ibaretti!

Sömürgecilerin el koyduğu Müslüman bölgelerde; yüzyıllardan beri Allah’ın gölgesi olduğunu iddia eden Sultanların yönetimindeki Müslüman halklar zalim, acımasız, müsrif, zenginleşmeye fırsat tanımayan, gördüğü, duyduğu her malı hesapsız kitapsız vergi adı altında yağmalayan… idareler vardı…  

***

Müslümanlığın ya da insanlığın sosyolojik analizi yapıldığında görülecektir ki, insanlık tarihinin en değerli sermayesi “tüccarlar”dır. Bir toplumda reel ekonomi, yaratıcı ilim, felsefe, sanat, edebiyat, mimari, adalet, siyaset ancak tüccarların etkili olduğu toplumlarda gerçekleşebilir.

Bu görüşümüzün tanığı; Fenikeliler, İyonya, Eski Yunan, İslâm ve Batı Medeniyetleri ve daha niceleridir.

İslâm tarihindeki olumlu gelişmeler de tüccar aklının ve zihniyetinin eseridir.

Kutsal metinlere rasyonel anlamları ancak ve sadece tüccarlar verebilir!

***

Kategori:2016

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir